Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

11- Kırklar’ın Cemi’nde -8


Kırklar’ın Cemi’nde -8

Seçkinlerin Toplantısı
Bektaşi-Alevilik ile “gnostik-mani’ci” inanış arasında, otuz yıl boyunca şöyle ya da böyle değinip geçtiğim üçüncü benzer nokta sonunda, topluluk üyelerinin birbirlerine sesleniş biçimi olan erenler sözcüğüyle belirginleşti.

Erenler, kardeş ve bacı olabilmededir. Çünkü Bektaşi-Alevilerde kadının önde gelen bir yeri vardır; kadın, erkekten aşağı değildir, törenlere katılır ve erkeklerle yan yana oturur. Dede-Baba (topluluğun başkanı), üyeleri “erenler” diye çağırır. Alevi-Bektaşilerin törenleri Ayin-i Cem’e, Erenler Cemi, “Seçkinler toplantısı” adı verilir.

Bütün “gnostik” eğilimlerde olduğu gibi, Bektaşi ve Alevi topluluklarına katılmak için, “süluk” sınamalarında geçmek gereken ve ancak böylece “salik” olunabilir. Manici’likte Başlayanlar’la (ya da “Kulak-veren”lerle), Seçkinler ve Yetkinler ayrılmaktadır. Ayn-i Cem’e katılabilmek için de, bir salik ya da yetkin, başka bir deyişle irfan gizlerine ermiş bir eren olmak gerekir.

Seçkinler veya yetkinler cemine, “Kırklar Cemi”de denir. Burada söz konusu, Müslüman tasavvuf geleneğin Dünya’yı elinde tutan kırk koruyucu ruhudur. Kırklar’ın, Ayn-i Cem’de öncelikle bir yeri vardır. Törenin bir yerinde Peygamberin gece yolculuğu canlandırılır. Ayn-i Cem, öte dünyadaki Kırklar Cemi’nin bir tekrarıdır. (Bak.: I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 17-19; aynı yazar, “Le probléme bektaşi-alevi: quelques derniéres considérations”, Turcica, XXXI, 1999, s. 26-29.)

Hatai’nin bu cem’le ilgili bir manzumesini buraya almak isteriz. Bu manzume, Sadeddin Nüzhrt Ergun (S.N. Ergun, Bektaşi şairleri ve Nefesleri, I (ikinci baskı) Istanbul 1955, s.1, 49-51; Hatayi; Divan-ı Şah Ismail Safavi, Hayatı ve Nefesleri, Istanbul 1956 (ikinci baskı), s. 112-113.) ve Ibrahim Arslanoğlu (Ibrahim Arslanoğlu, Şah Ismail, Hayatı ve Anadolu Hatayileri, Istanbul 1992, s. 520-521. I. Arslanoğlu’nun yayını Türkiye’deki yayınların en iyisidir; şiirlerin eleştirici bir çözümlemesine çalışılmıştır.) tarafından ayrı ayrı yayımlandı. Şiirin Mélikoff’un Fransızca çevirisiyle birlikte veriyoruz. (Lttérature populaire: en suivants les achiks, ANKA 1996, no. 27/28, s. 58-61. Ancak, Hatayi Divanı adlı eserinde S.N. Ergun tarafından verilmiş olan metnin aktarıldığı bu yayında, “Şeyh Hatayi” mahlası “Şah Hatayi” olarak düzeltilmiş bulunuyor.)

Kırklar meydanına vardım
“Gel berü eylen” dediler
Izzet ile selam verdim
“Gel işte meydan” dediler.

Kırklar bir yerde durdular
“Otur” deyü yer verdiler
Önüme sofra yazdılar
“El lokmaya sun” dediler.

Kırkların kalbi durudur
Gelenin kalbi arıdır
“Gelişin kandan beridir
Söyle sen kimsin” dediler.

“Gir Sema’a bile oyna
Silinsün açılsun ayna
Kırk yıl kazanda dur kayna
Dahı çiğ bu ten” dediler.

“Gördüğünü gözün ile
Söyleme sen sözün ile
Andan sonra bizim ile
Olasın mihman” dediler.

“Düşme dünya mihnetine
Talib ol Hak hazretine
Ab-ı zemzem şerbetine
Parmağını ban” dediler.

“Şah Hatayi’m nedir halin
Hakk’a şükr et kaldır elin
Gıybetten kese gör dilin
Her kula yeksan” dediler.

Ve Fransızca çevirisi:
Devant les Quarante je suis
“Avance-toi, frére”, ont-ils dit.
Salut, respect je leur rendis
“Entre â l’assemblée” ont-ils dit.

Des quarante siége l’assemblée
“Viens, prends place” ont-ils dit.
Un repas devant moi dressé
“Sers-toi de ce plat” ont-ild dit.

Des quarante le caeur et clair
Du novice le caeur est pur
“Qu’est-ce qui t’a conduit jusqu’ici?”
Dis-le nous, fére” ont-ils dit.

Ce que tu as vu de tes yeux
Ne le dis oas avec les mots
Doréavant aupré des notres
Tu seras hote” ont-ils dit.

Hatayi suis, quel est ton voeu?
Léves les mains, rends gloire â Dieu
De l’invisible, plus un mot
Nous sommes tous égaux” ont-ils dit.

Hatai’nin Bazı Şiirlerinin Çözümlenişi
Hatai’nin, çağının “gnostik-dualist” ruhunu o kadar iyi yansıtan manzumelerinden ayrılmayalım. Şah Ismail, şiirdeki adıyla Hatai, babasını öldüreni yenerek ortadan kaldıran genç kahraman; on dört yaşında Tebriz’de Şah ilan edildiğinde bir ışık çemberiyle çevrili görünür. Kendini hemen hemen tanrısal bir kişilik, uğruna can feda edebileceği bir görevle görevlendirilmiş olarak duyumsamaktadır. Fakat kısa zamanda, Çaldıran’dan sonra, içki ve sefahate kapılarak bu kez düşüş felaketinin ve umutsuzluk şeytanının sürükleyip götürüşüne kendini bıraktığında, ışığın meleği, cehenem meleğine döner.

Babası Şeyh Haydar, Şirvanşah Ferruh Yasar’a karşı açtığı savaşta, 8 Temmuz 1488’de öldürüldüğünde Ismail bir yaşındaydı. O zaman, Haydar’ın üç oğlu ve anneleri Uzun Hasan’ın kızı Alem Şah için, Akkoyunlu mirasçıların kovalamaları ile gürültülü ve tehlike dolu bir dönem başladı.üç oğuldan yanlız Ismail sağ kaldı.

1493’te Ismail, Gilan’da Lahican emirinin korunması altına sığındı; altı yıldan fazla onun yanında kaldı ve iyi bir eğitim gördü. Çocukluğunun fırtınalı günlerine rağmen, büyük bir ifan adamı, çağının tasavvuf ve edebiyatında bilgili, Türkçe ve Farsça yazabilen, üst düzey bir şair olarak yetişti. Şah Ismail, Müslüman ve Şii irfanda, derin bir sufiydi, fakat sufiliği “gnostik” (kişisel bilinç temeli) öğelerle yoğrulmuştu.

Şah Ismail’in dindarlığı, yeniden-bedenleşme ve biçimlerin çokluğu inanışına dayanıyordu; kendisinin, Tanrı’nın  Zatı, Ali’nin sırrı ve onun “devr” içindeki bedenleşmesi olduğunu, ileri sürüyor, bunu, şiirlerinde açıkça söylüyordu:

Gül ağaçdan bitdi geldi sah’a yoldaş olmağa
Sırr-ı Şah idi ezelden geldi sırdaş olmağa

Yüreği dağ olmayınca bağru kanlu lâ’l-tek
Hiç kimin haddi yokdur kim Kızılbaş olmağa

“Kentü kenzen” sırrı devrinde Muhammed nurıdır
Kırmızı tac ile geldi aleme faş olmağa

Ismi Ismail hem Zatı Emirü’l-müminin
Yüzini görgeç havaric razi (dur) taş olmağa.
(“Remel” bahrinde. Krş. V. Minorsky, “The portry of Shah Ismail”, I, BSOAS, X, 1939-1940, s. 1007a-1053a.; Toukhan Gandjei, II Canzoniere di Sah Isma’il Hata’i, s. 133-134 (214. manzume); I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 126-138.)

 

(Gül ardından konup geldi, Şah’a yoldaş oldu.
Ezelde Şah’ın Sırrı idi, geldi sırdaş oldu.

 

Yüreği kızıl ateşle dağlanmadan, bağrı yakut gibi kan dolmadan,
Kızılbaş olmak için kimsenin haddi değildir.

 

“Ben gizli hazine idim” sırrı devrinde, o Muhammed nuru idi;
Kırmızı tac ile gelip kendisini aleme açıkladı.

Ismi Ismail ve Zat-ı Emirü’l-müminin olan onun yüzünü görce,
Kafirler taş olmaya razı olur.)

Hatai, Baku yakınında Buzovni’de Ali türbesinin bakıcısı olan bir din adamından birkaç kez ezbere okutarak dinlediğim şu şiirden de anlaşılacağı üzere, evrensel olmanın peşindeydi:

Yakın bil kim Hudayıdur Hatayi
Muhammed Mustafadur Hatayi.

Safi nesl-i Cüneyd-i Haydaroğlu
Aliyyü’l-Murtazayidür Hatayi.

Hasan aşkına meydana girübdür
Hüseyin-i Kerbelayidür Hatayi.
(“Hezec” bahrinde. Bir düvazdeh, On Iki Imam’ı öven bir manzume. Krş. Tourkhan Gandjei, a.g.e., s. 24-25, (24. manzume); ayrıca bak.: I. Mélikoff, “Le probléme Bektaşi-Alevi”, Turcica, XXXI, s. 24-26.)

Allah Allah deyüng Gaziler din Şah menem
Karşı gelüng secde kılung Gaziler din Şah menem
Uçmakta tuti kuşıyam ağır leşker erbaşıyam
Men sufiler yoldaşıyam Gaziler din Şah benem
Nerlerd’ekersen biterem handa çağırsan yeterem
Sufiler elin dutaram Gaziler din Şah menem
Mansur ile darda idim Halil ile narda idim
Musa ile turda idim Gaziler din Şah menem
Işraadan beri gelüng Navruz edüng Şaha gelüng
Hey Gaziler secde kılung Gaziler din Şah menem
Kırmızı taclu boz atlu ağır leşker (....) heybetlü
Yusuf Peygamber sıfatlu Gaziler din Şah menem
Hatayi’yem al atluyam sözi şeherden datluyam
Murtaza Ali Zatluyam Gaziler din Şah menem
(V. Minorsky, a.g.e., (18. manzume); T. Gandjei, a.g.e., s. 22 (20. manzume); I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 184.)

Hatai’den Gnostik Içerikli Bazı Şiirleri

I
Yer yoğ iken gök yoğ iken ben ezelden var idim
Gevherin yekdanesinden ileri perkar idim

Gevheri ab eyledim dutdı cihanı serbeser
Yer ü göğ ü arş u kürsü yaradan Settâr idim

Girdim Adem cismine sırrımı kimse bilmedi
Men o Beytullah içinde tâ ezelden var idim

On sekiz min alemi men gerdiş ile gelmişem
Olsebepden Hak ile sırdar idim esrâr idim

Dünyasında men onun sırrın bilirdim ol menüm
Dünyanın altındaki sac kızdıran ol nâr idim

Gâh Hüseyin’den bile postımı soydı kodılar
Gâh Mansur donına girdim Ene’l-Hak dar idim

Men Hatayi’yem Hak’ı Hak tanımışam bi-güman
Anın için ol yaratdı men ana derkâr idim
(S.N. Ergun, Hatayi Divanı, s. 156 (145. manzume), Ibrahim Arslanoğlu, a.g.e., s. 85. Son beyitten önceki beyti, Sadeddin Nüzhet Ergun, “Ey Hüseyini hârici lâ in ile bozdu postumu” biçiminde alıyor.)

(Yer gök yok iken ben ezelden var idim. Tek parça cevherden ilerde, cevher ölçücü idim Cevheri suya çevirdim, su bütün dünyayı kapladı; yeri, göğü, arşı ve kürsüyü yaratan Settâr idim. Adem cismine girdim, sırrımı kimse bilmedi; ben ezelden beri o Beytullah içinde gizli idim. On sekiz bin alemi gezip dolandım geldim. Bu sebepten ben Tanrı’nın sırrını bilendim, sırrın kendisiydim. Yarattığı dünyadan, ben onun sırrını bildim, o benim. Denizin dibindeki sacı kızdıran ateş bendim. Bazen Hüseyin ile birlikte postumu soyup bıraktılar. Bazen Mansur’un bedenine girdim, Ene’l Hak (“Ben Hakk’ım”; Mutlak olan gerçeğim.) darına çekildim. Ben Tatyi’yim, Hakk’ı hiç şüphe etmeden Hak bilirim. Beni bunun için yarattı; ben onun açıklanışı idim.)

II
Ezelden ışık iledivane geldim
Yerim meyhanedir mestane geldim

Hezâran dona girdim ben dolandım
Bugün haşmetle ben meydana geldim

İmamımdır benim ol Şah-ı Merdan
Bugün nesl-i Ali divan’e geldim

İmam aşkına çalaram kılıncı
Münafık kırmağa meydana geldim

Menim bunda Hatayi Haydar oğlı
Çu Ismail kimi kurbana geldim.
(“Hezec” bahrinde. I. Arslanoğlu, a.g.e., s. 283; Nejat Birdoğan, Alevilerin büyük hükümdarı Şah Ismail Hatayi (1991), s. 248-249.)

(Ezelden aşk ile çılgın gelenim; esrik gelenim, yerim meyhanedir. (“Meyhane”; Dervişlerin meyhanesidir ve batıni anlamdadır.) Binlerce bedene girdim, dolandım; bugün büyüklüğümle meydana geldim. O Şah-ı Merdan imanımdır, bugün Ali nesli divana geldim.  İmamın aşkına kılıç çalarım; meydana münafık (Münafık; dinde ikiyüzlü, riyakar olan.) kırmaya geldim. Burada Haydar oğlu Hatai’yim, Ismail (Müslüman gelenekte, Ibrahim’in, oğlu Ismail’in kurban edilmek üzere hazırlanışına gönderme.) gibi kurban olmaya geldim.)

III
Bugün geldim cihane serverem men
Yakın bilüng ki Ibn-i Haydar’em men

Feridun Husrev u Cemşid ü Dohhâk
Ki Rüstem Zal hem Iskender’em men

Ene’l Hak sırrı uş gönglümde gizli
Ki Hakk’ı Mutlak’am hak söylerem men

Mevâli Mezhebem Şâhung yolunda
Müslümânem diyânet rehberiyem men

Nişânumdur menüm tac-i saadet
Süleyman eline engüşterem men

(Muhammed nurındandır Ali sırrından)
Hakikat bahr içinde gevherem men

Hatayi’em Şahâ eksüklük kulum
Kapunga bir kemine kemterem men
(“Hezec” bahrinde. T. Gandjei, a.g.e., s. 125, (198. manzume); I. Arslanoğlu, a.g.e., s. 95 (317. manzume); N. Birdoğan, a.g.e., s. 264-265 (202. manzume). Dördüncü beyit, yanlız T. Gandjei’nin yayınında yer almaktadır.)

(Bugün dünya önder olmağa gelen benim. Şüphesiz bilin ki, ben Haydar’ın oğluyum, Fertidun, Husrev, Cemşid, Dohhâk, Zal oğlu Rüstem (Ibrahim Arslanoğlu’nun “Rüstem(-i) Zal” okuyuşunu “Ibn Zâl” okunuşuna yeğleyişimiz dışında, T. Gandjei’nin metnini yeğledik ve onu esas aldık. Eski Iran’ın bu yaşamları söylenceleşmiş hükümdarları için bak,: Henri Massé, Firdousi et l’épopée nationale, Paris 1935; ayrıca bak.: Ferdousi, Le Livre des Rois, Gilbert Lazard çevresi; G. Lazard tarafından incelenerek seçilmiş parçalar. Paris 1979.) ve hem de Iskender’im. “Ene’l-Hak” (Mansur el-Hallac’ın sözleri. Bak.: not. 33.) sırrı benim gönlümde gizlidir; mutlak Hakikat benim, ben hakikati söylerim. Mevlalar mezhebindenim, Şah’ın yolundayım; Müslümanım ve din rehberiyim. Saadet tacı benim başımdadır; ben Süleyman’ın parmağındaki yüzüğüm. Muhammed nurundan, Ali sırrından; hakikat denizindeki inci benim. Hatai’yim, ey Şah, eksikli bir kulum, kapında zavallı bir düşkünüm.)

IV
Bir kandilden bir kandile atıldım
Türab olup yeryüzüne saçıldım
Bir zaman Hak idim Hak ile kaldım
Gönlüme od düşdi yandımda geldim

Ezelden evveli biz Hakk’ı bildik
Hak’dan nida geldi Hakk’a Hak dedik
Kırklar meydanında yunduk pak olduk
İstemem taharat yundum da geldim

Şunda bir kardaşla kayda düşmüşem
Pirler makamında yanup pişmişem
Kırklar meydanında hem görüşmüşem
İstemem yanmağı yandım da geldim

Şah Hatayi eydür senindir ferman
Olursun her kulun derdine derman
Güzel Şah’ım sana bin canım kurban
İstemem kurbanı kestim de geldim.
(S.N. Ergun, Hatayı Divanı, s. 61-62; N. Birdoğan, a.g.e., s. 72; I. Arslanoğlu, a.g.e., s. 475-476; I. Mélikoff, Hadji Bektach, s. 227.)

Fakat düşünmeden inandığı, bütün kurguları, bir yaz günü, 23 Ağustus 1514’te Çaldıran’da bir vuruşla yıkıldı.

Savaşın yıkımından sonraki kaçış ve umutsuzluk, şüphesiz bu felaket üzerine yazdığı bir şiirindeyankılanmadadır.

Neler geldi gelesidür meded hey
Cihan ehli ölesidür meded hey

Gelür hükm-i ilahiIsra ile
Ulu soru olasıdır meded hey

Günahkarlar günahı sormah içün
Ulu divan durasıdır meded hey

Kurulur adl içün mizan terâzi
Ameller tartılasıdur meded hey

Peyamberler kaçar ümetlerinden
Ki nefse nefs olasıdur meded hey

Sora sora yetirirler sırâta
Niceler sıyrılasıdur meded hey

Bu bedbaht Ademoğlundan temâmet
Yedi damu dolasıdır meded hey

Hatayi derdine derman bulunmaz
Ya Rab hali n’olasıdur meded hey.
(“Hezec” bahrinde. T. Gandjei, a.g.e., s. 157 (254. manzume). Şah Ismail’in kişiliği üzerine iyi çalışılmış bir çözümlenme olarak bak.: Jean Aubin, “L’avénement des Safavides reconsidére” (études safavides III), Moyen Orient et Océan Indien (Middle East and Indian Ocean) XVI-XIX e s., no. 5, Paris 1988, s. 1-130.)

Gelecek olan her şey geldi, yetiş hey! Dünya insanı ölümlüdür, yetiş hey! Tani’nın hüküm günü hızla gelir ve o gün büyük soru sorulur, yetiş he!  Günah işleyenlere soru sorulmak için ulu divan önünde durulur, yetiş hey! Adalet için terazi krulur, işlenenler tartılır, yetiş hey! Peygamberler ümmetlerinden kaçar, herkes kendi başına kalır, yetiş hey! Sorular sorar, Sırat’a götürürler, ne mutlu kurtulanlara, yetiş hey! Şu bahtsız insanoğlu ile yedi cehennem baştanbaşa dolacak, yetiş hey! Hatai’nin derdine artık derman yok; Ya Rab, hâli ne olacak? Yetiş hey!)

 

Börklüce Mustafa Üzerine Bir Araştırma
(K. Shukov, “The Cathars, Fraticelli and Turks: a new interpretion of Berkludje Mustafa’s uprising in Anatolia c. 1415”, Acts of the XVIII th International Congress of Byzantine Studies, Moskova 1991, Byzantine Studies Press, Sheperdstown, W. V. 1996, s. 188-195; K. Zhukov, K istorii religioznyx dvizhenii v Vostocnom Srednezemnomore v XIV-XV vv: Novaja interpretacija vosstanija Berkjudje-Mustafy c Turcii (okolo 1415 g.). Pravıslarnyj Palestinsky sbornik, vypusk 98 (35), St. Petersbourg 1998, s. 84-98.)  

Birkaç yıldır, Şeyh Bedreddin üzerine, Michel Balivet’nin çalışmalarının sonucu değerli bir eserden yararlanmadaydı. (Michel Balivet, Islam mystique et  révolution armée dans les Balkans ottomans: vie de Cheikh Bedreddin le “Hallaj” des Turcs (1358/59-1416), Istanbul 1995 (Isis yayını). Şimdi de St. Petersbourg’lu meslektaşim Konstantin Zhukov; “Bedreddin-Torlak Kemal-Börklüce Mustafa” üçlüsünün kanatlarından birini oluşturan Börklüce Mustafa ayaklanmasının çözümlenmesinde, belki de söz konusu üç kanadın bir bütün olmadığını göstermeye varacak bir adım daha attı.

Zhokov, Börklüce kanadının çözülmesini Italya’dan Kaynaklarla tamamlıyor ve Fransisken ayrılıçılar Fratecelli’lerin eylemlerine ve onların XIV. Yüzyılda Rge bölgesindeki Türklerle ilişkilerine eğiliyor.

Yunanistan’daki Latin yörelerde ve Grit gibi Venedik yönetim bölgelerinde, Katolik ayrılıkçıların etkinlikleri, Papa XII. Jean, VI. Clément, VI. Innocent ve XI. Grégoiré’i da kaygılandırmış değildi.

Aydın emiri Umur Paşa, 1346’da Venedikli elçilere, Haçlılardan Viyanalı Humbert’in, Izmir karşısında, Hıristiyan dostlarının (Papa yanlıları Guelfe’ler ve Gibelin’lerin) desteğini almış olsa da, kendisini korkutmadığı yanıtını verecektir. (I. Mélikoff-Sayar, Le Destan d’Umur Pacha, Paris 1954; K. Zhukov, Egejkie Emiraty v XIII-XIV v., Moskova 1988 (Akad. Nauk.)

Öte yandan, bir Hac ziyaretçisi, Rudolphe de Sachram bize anlatıyor ki, 1330 yıllarında, yöreye Lombardiya’dan gelmiş bulunan ve sözde-Hıristiyanlar olarak adlandırılan “Gibelin” sığınmacıları, Efes yakınlarında bir kent kurmuşlardı ve Ege denizindeki Latin güçlenmelerine karşı Türk akıncılarla işbirliği yapmadaydılar. Bu dönemde Türklerin Ortodoks olanlar kadar Katolik olanlar da, -Doğu bölgelerine Neo Paulicien’ler, Ege yörelerinde Cathar’lar, Bosna ve Bulgaristan’da Bogomil’lerle-, ayrılıkçı inanç birliktelikleri kurduklarını görüyoruz. Nitekim XIII. Yüzyıl ortalarından başlayarak, Cathar’ların amansız bir engizisyon kovalayıcısı olan Pataren piskoposu Ramerius Sacconi, bölgesi olan Filadelfia (Alaşehir) çevresinde altı Cathar kilisesinin bulunduğunu söylemektedir.

1341’de, Umur Paşa, Korent körfezine bir akında, Naupackt yakınında, Türk kaynaklarınca Keşişlik (Manastır) adı verilen bir adayı (söz konusu, Trisma adasıdır) (Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, Istanbul, 1935, s. 318.) ele geçirmişti. Bu ada, başlarında Angelo de Clareno’nun bulunduğu ayrılıkçı Fransiskenlerin elindeydi. Mutlak yoksulluğu savunan, Calabre’li kutsal metinler yorumcusu Angelo de Clareno, -1254’te, genç Fransisken Gérard de Borgo San Domino tarafından düşünceleri bozulmalara uğrayacak olan- Joachim de Flore’nin (ölm. 1212) öğretisinin izleyicisi idi.

Angelo de Clareno tarafından yönlendirilen ayrılıkçı Fransisken topluluğunun adı Fraticelli idi. 1318 ve 1320 tarihli papalık  duyurusuyla yasaklanmış olsa da, Isa’nın ve havarilerinin yoksul yaşamlarını benimsemeyi örgütlemede direniyor ve tek gerçek dinin, Nur inanışı olduğunu ileri sürüyorlardı.

1344’te, Papa VI. Clément, Hıristiyan Doğubeldelerinin bütün piskopos ve başpiskoposlarına seslenerek bu ayrılıkçilara karşı çıkmalarını istedi. Fakat aynı Papa, 1346’da, Asya’yı dolaşarak Isa’nın yoksul yaşamını öğen bir St-Jean yorumcusu Ermenice yazdığı için, Sekefki (Seleucie) başpiskoposunu suçladı.

1354’te VI. Innocenet, Kırım Hazarları arasında vaaz veren Fraticelli misyonerlerine ceza uygulamak zorunda kaldı. 1375’de XI. Grégoire ise bu misyonerlerin Yakın-Doğu’da hep etkin olduklarını öğreniyordu.

Bizanslı tarihçi Doukas’a göre, 1415’te Börklüce Mustafa, Aydın ilinde vaaz verecek yoksulluğu ve kadınlar dışında mülk ortaklığını övmedeydi. Bir kafire, kafir diye  tavır alan bir Türk, kendisi de kafir olur, diyordu. Tarftarları, Kalender dervişlerin giyimi olan ince bir gömlekle, baş açık, yalın ayak geziyorlardı. Sakız (Chio) Cenovalıları ile de ilişki içindeydi. Samos’ta (Sisam’da) tanıdığı, fakat Sakız’da yaşayan ve kendisini bir mürid olarak gören yaşlı bir münzevi ile görüşüyordu.

Ayaklanmanın korkunç bastırılışını ve feci sonunu biliyoruz: Börklüce Mustafa’nın, müridleriyle zincire vurularak götürülüşü, çarmıha gerilişi, taraftarlarının acımasızca yok edilişi.

Ona verilen ve bir kalender, bir dilenci derviş olarak beliren Torlak Kemal’le şeyh Bedreddin’e uygulanan cezadan farklı ceza bana her zaman bana çarpıcı gelmiştir. Torlak Kemal’de, Seyh Bedreddin de asılarak öldürüldüler. Bu bizi, olayda üç ayrı evre bulunduğunu düşünmeye götürmektedir: Torlak Kemal’in halk ayaklanması, Ulema Bedreddin’in başkaldırısı, Börklüce Mustafa’nın silahlı eylemi –her ne kadar üç olay zamandaş ise de ve merkez yönetimi sarsma gibi ortak bir amaçları bulunuyor olsa da- aynı şeyler olarak görülmemişti.

İlk ikisi Islam çevresi içindedir ve ceza suçun karşılığıdır. Börklüce Mustafa ise, mürted ve dinsel-ayrılıkçı bir görünüm vermede, Samos ve Chio (Sisam ve Sakız) kafirleriyle düşüp kalkmada, onlar gibi mutlak yoksulluğu ve mal ortaklığını, başka bir deyişle, Türklerin, Greklerin ve Latinlerin ortak düşmanları Fraticelli’lerin yaydıklarından farklı olmayan, evrenselliğe dönük düşünceler yaymadaydı. Gérard de Borgo San Domino ve ondan önce Joachim de Flore’nin öğrettiklerine göre ise, Latin kilisesi evrensel olmalı ve Grekleri, Müslümanları ve Yahudileri de kapsamına almalıydı.

Börklüce Mustafa’da, Fraticelli’lerin düşüncelerinin bir izleyicisini ve Cathar dinsel-ayrılıkçılığının yakın bir düşünüşünü bulan K. Zhukov’un tezi ilgilenmeye değer görünüyor. Bununla birlikte tez bizi, ince bir soru –Balkanlar’daki ve Anadolu’daki Müslüman ve Hıristiyan sapmalarda bir iç içelik bulunup bulunmadığı sorusunu- sormaya götürüyor.

Yaydığı kolektifilik ve evrensellik düşünceleri, genelde gnostik öğretilere dayalı olmakla birlikte, Börklüce Mustafa yazı öncesi bir kominist olarak görülmek istenmiş ve Iranlı Mazdak mezhep dışılığı (hérésiarque) ile de karşılaştırılmaya çalışılmıştır. Yoksulkluk ve yalın bir yaşamsa, Neo-manicheen Bogomil’lerin ve daha sonra Cathar’ların görüşleriydi.

Bu düşünceler, Anadolu’da Türklerin gelişlerinden çok önce vardı: X. Yüzyılda Philipopolis’i (Plovdiv), dinsel sapmalarının bir merkezi yaptıkları Trakya’ya sürülüşlerinden önce, Paulicien’lerin Tefrike’de (Divriği) güçlü bir cemaat oluşturdukları Kapadokya bölgesinde olsa da, Anne Comméne’e göre, XI. Yüzyılda adı geçen kentte oturanların hemen hepsi Mani’ci inanışta, yani paulicien idiler.

XI. yüzyılda, Paulicien’lerinkine yakın, Bogomil öğretileri Ege yörelerine sızdı: Asya’nın ilk Hıristiyan kiliselerinden birinin, Efes yakınında St. Jean kilisesinin, bulunduğu Izmir’e ve Eskiçağ’dan beri dinsel ayrılmalar üretici bir merkez olan Frigya’ya; Menderes havzası içinde kurulmuş olan Filadelfia’yı (Alaşehir) Bogomilciliğin elinde tuttuğu Lidya’ya.

Bogomicilik daha sonra, Bektaşiliğin başlıca merkezlerinden biri olacak, Abdal Musa zaviyesinin yer alacağı Antalya körfezine kadar yayıldı. Doğu Anadolu’da da en azından biri Thondrakit’lerinki olmak üzere –XIX. Yüzyılda hâlâ kendinden söz ettiren-, neo-paulicien ayrılıkçı inanç bölgeleri bulunmaktadır.

Unutmayalım ki, dinsel ayrılma bölgeleri, çoğu kez, daha eski bir dinsel ayrılma bölgesi üzerine kurulmadadır. Sivas-Divriği-Erzincan arasında yer alan ve bugün çoğunluğu Alevilerin oluşturduğu bölge, Bizans döneminde de “paulicien” bir dinsel ayrılış bölgesiydi. “paulicien” görüşler buralarda yüzyıllardan beri varlığını sürdürmededir. Büyük bölümü XIX, yüzyıldan önce Islamlığa geçmiş olan Thondrakit’lerin, neo-paulicien mezhepleri, bir kültür ve nüfus karmaşası bölgesinde ve sonuç olarak dinler karışımı (syncrétiste) inançlarla dolu bir bölgede,  Van gölü çevresinde doğdu. XIV. Yüzyılda Şeyh Bedreddin ayaklanmasının doğuş ve gelişimini yaşayan Deliorman bölgesi için de aynı şey söz konusudur. Bogomicilik burada, IX. Yüzyılda baskılardan kaçan Paulicien’lerin Trakya’da barınak aradıkları dönemde belirdi.

Daha sonra, XIII. Yüzyılda, ayaklanmalara son verme amaçlı kıyımdan kaçan Babailer gelip buralara yerleştiler. Sonra, XVI. yüzyılda, Celali isyanları denen dinsel-sosyal ayaklanmaların bastırılışı sırasında kaçanlarla, Ağaç denizi adı verilen Deliorman, Osmanlı Imparatorluğu sığınmacıları için elverişli bir yer oldu. Balkanlar’ın öbür bölgeleri de aynı çizgide inanç ve nüfusun iç içe girdiği yerler oldular.

1980’li yıllarda, Kanuni Sultan Süleyman döneminden kalma, olağanüstü güzel bir köprünün henüz süslediği, yemyeşil güzelliği içinde pırıl pırıl Mostar bölgesinde bir gezi sırasında, eski bir Bogomil mezarlığını, sonra da oradan çok uzakta olmayan ve müzeye dönüştürülmüş güzel bir Bektaşi Tekke’sini ziyaretim bir rastlantı değildi.

Bu nüfus ve inanç iç içeliği, Bektaşi inanışın eski mekanları çevresinde özellikle belirgindi. Bu, F:W. Hasluck’ın da dikkatini çekmişti.

K. Zhukov’un incelemeleri, bizi zaman içinde geriye götürüyor ve problemi daha eski bir tarihe kaydırıyor.

Ortaçağ’ın “neo-paulicien” inanç-ayrılmaları (hérésie) ile sufilik ve “gnostizm”in işlediği inanç-ayrılmaları arasında bir iç içe giriş söz konusu mudur?

Farklı cemaat-dışı (hétérodoxe) öğretileri, güncel durum içinde karşılaştırmaya bilgilerimiz yetmemekteyse de, yapılarda yine de bazı ortak öğelere rastlanmaktadır: Bunlar, gnostik, batıni, üniversalist ve düalist (kişisel biliş temelli, içsel, evrenselci, iki-tanrılı) kımıldanmalardır. Ortak düşünceler vardır: zora karşı olma, yoksulluk ve yoksul yaşama gibi. Yarleşmiş düzene karşı doğrultudadırlar; resmi dinin ve merkez yönetimini görüş açısı karşısında kural-dışıdırlar (neo-conformiste). Bu eğilimler ister Bogomilizm ya da Catharizm gibi neo-paulicien olsunlar, ister cemaat-dışı Islam çerçevesi içinde bulunsunlar, bütün bu akımların kökleri Iran’ın iki-tanrılı (düalist) inançlarına uzanmaktadır. Maniheizm ve Zürvanizm (Zürvanisme) gibi iki-tanrılı daha eski dinlerle de benzerlikler vardır. Zürvanist kalıntılara, Bogomil’lerin ve Cathar’lerin öğretilerinde rastlanır.

Üçlü öğretilerde, dünya; yaratan Tanrı ile -biri göğü, öbürü yeri yöneten- iki oğulun elindedir.

Iran’ın eski iki tanrılı inancı, dünyayı aralarında paylaşmış bulunan iyilik ve kötülük güçleri, Ohrmazd (Hürmüz) ve Ehrimen, Alevi-Bektaşilikte, epeyce yumuşamış biçimde görülüyor: Bu artık, Iyi ve Kötü’nün karşılaşması değil, “Ma’nâ âlemi” ile “madde âlemi”nin çatışmasıdır.

Yakıştırma bir hadiste, Peygamberlere, “Ben bilgi’nin şehriyim, Ali de kapısıdır” dedirtilmiştir. Bu, aynı zamanda bir Güneş-Tanrı olan Ali, gök âleminin, görünmez; batıni dünyanın da, efendisi demektir.

Evrenselcilik görüşü (universalisme), Bektaşi-Alevilikte her durumda vardır; örnek olarak Ali tasvirlerini süsleyen şu yakıştırma (mevzu’) hadisi vereceğiz: “Benimle olursan, benimlesin; Yemen’de  olsan bile. Benimle değilsen, Yemen’desin; yanımda olsan bile!”

Müslüman ve Hıristiyan, iki dinsel-ayrılık (hérésie) bölgesi arasında bir karşilaştırma şüphesiz çekici olur. fakat böyle geniş bir incelemeye girmekten uzaktayız. Bunu için, Türkolog, Islam-bilimci, Bizansçı-uzmanlar ile Bogomil ve Cathar alanı uzmanlarından, ortak bir konuda birlikte çalışmayı kabul edecek bir araştırma birimi oluşturmak gerekecektir.

Böyle bir inceleme bin yıllık bir dönemi kaplamak ve eski Iran dünyasından Akdeniz’e doğru uzanmak zorundadır.

Şimdilik bilgi alanımız dışında kalan böyle bir konu, yanlızca sezgiyle algılanabilir; fakat yine de bu, bizi daha geniş bir kavrayışa ve derinleşmeye götürecek bir sorundur.

Sonsöz
Bektaşilik üzerine araştırmalarıma başladığım zaman hiçbir şey otuz yıl aynı konuya saplanıp kalacağımı aklıma getiremezdi. O zamana dek, destanlara yaşam veren ve zamanla sınırlı, tarih olaylarına eğilmiştim. Şimdi ise bir inanış, bir düşünüşle karşı karşıyaydım. Düşüveler, insan varlıkları olarak bir geçmişe dayanırlar: Daha önceki düşüncelerden doğarak gelişirler ve yaşama direnmeyi başardıkları çevre de bir arada oluştukları etkilerle birlikte gelişirler.

Bektaşilik, Türk topluluklarının, Anadolu’ya göçlerinden önce oturdukları ülkelerde, yeni Orta-Asya’da, Sogd bölgeleri ve Mâverâünnehir gibi Iran kültürü aralarında aranması gereken köklere dayanmaktadır.

Ardından, Küçük-Asya ve Trakya’ya yerleştikten sonra Bektaşiler, -Astarâbâdlı Fazlullah Hurufi’nin öğretisini yaydığı, Azerbaycan ve Kuzey Iran’dan gelen Hurufi akımlarla-, kuvvetle belirginleştiler.

Anadolu’da kalmış olan Bektaşilerin biçimlenişleri ise, yine Iran’ın kuzeyinden ve Azerbaycan’dan gelen ve Iran’daki ortadan çekilişinden sonra da Anadolu’da uzun süre direnen, Kızılbaş akım içinde oldu.

Günümüzde, Kızılbaşlığın bir sonucu olan Alevilik, Marksçı ve atheist düşüncelerin etkisi altında da kalmış olacaktır.

Sonuç olarak, Bektaşi-Alevilik, uzun araştırma yılları gerektiren karmaşık bir konudur. Araştırmalar yanlız Anadolu ve Rumeli ile sınırlı kalmamalı, geçmişe, Eski Iran’ın gnostik ve iki-tanrılı inanışlarına, Türk-Moğol toplulukların Şamancı inançlarına ve bütünlüğü içinde Akdeniz dünyası alanına kadar uzanmalıdır.

Araştırmalarımdaki eskiler ne olursa olsun, Bektaşi-Alevi incelemelerine bir hız vermeyi başarmış olduğumu sanıyorum.

Bu hız, onları izleyen genç kuşakla sağlanacaktır. Henüz ortaya çıkmamış pek çok şey ve henüz ele alınmamış pek çok nokta vardır.

Bir şey kesin görünüyor. Soruna değişik yönlerden bakmak gerekmektedir. Konu, Türkologların, Iranologların, “Paulicianisme” üzerinde çalışma Bizans-uzmanlarının, Bogomil alanı ile ilgili Slav dili  arştırmacılarının, dinler-üstü düşünceye açık Islam bilginlerinin ve elbette genel din-tarihçilerinin birlikte çalışacakları ve bütün bu dalları birleştirecek bir işbirliği istiyor. Böyle kapsamlı bir çalışma, tek başına çalışan araştırmacılarca yürütülemez. Ayrı bir enstitü oluşturulmak gerekir.

 

Böyle bir enstütünün, Bektaşiliğin kurucusu münzevi veli, Hacı Bektaş Veli’nin anılarını saklayan bir bölgede doğması düşündürücü olacaktır. O, Kapadokya’da, peribacaları, kayalara oyulmuş kiliseler ve yeraltı kentleri arasında yaşadı. İlkçağ’dan bu yana, yoğun ve hiç durmayan menevi bir kaynaşma içinde bu olağanüstü bölge böyle bir girişim için amaç bir çerçeve oluşturacaktır.  SON.

Kitap: Kırklar’ın Cemi’nde
Yazar: Iréne Mélikoff
Ekleyen: Seyyid Hakkı


Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...